Yabancı Uyruklu Öğrenci Potansiyelimizin Farkında Mıyız?

  • Home -
  • Yabancı Uyruklu Öğrenci Potansiyelimizin Farkında Mıyız?

Yabancı Uyruklu Öğrenci Potansiyelimizin Farkında Mıyız?

Uluslararası öğrenci pazarı, Dünya çapında 200 milyar doların üstünde devasa bir miktarla, küresel ekonomide gözle görülür bir pay oluşturuyor. İngiltere, ABD,  Fransa, Avustralya ve Kanada uluslararası öğrenci pazarının önemli bir kısmını elinde tutuyor. Hindistan, Pakistan, Körfez’deki Arap ülkeleri, Güney Kore, Afrika ve Orta Asya ülkeleri diğer ülkelere öğrenci gönderen ülkeler denildiğinde akla ilk gelen ülkelerden.
Tam aksine, Türkiye’den yaklaşık 70 bin öğrenci yurtdışındaki üniversitelerde öğrenim görmek üzere yurtdışında bulunuyor. Buna karşılık, yaklaşık 100 bin yabancı uyruklu öğrenci ülkemizde yükseköğrenim görüyor.
Ülkeye gelen veya ülkeden giden öğrencinin, öğrenim ücretinden daha fazlasını barınma, iaşe, yolculuk, sağlık gibi yaşama maliyetleri dolayısıyla yaşadığı ülkede bıraktığı ve bunun özellikle az nüfuslu ülkelerde önemli bir ekonomik hareketlilik sağladığı biliniyor. Malta, Kıbrıs, Bosna-Hersek gibi ülkeler için bu ekonomik girdi diğerlerine göre daha önemli olabiliyor. Büyük bir ekonomiye sahip olan İngiltere için ise uluslararası öğrenci piyasası asla vazgeçilemeyecek büyük bir sektör…

Fakat uluslararası öğrenci trafiğini sadece ekonomik girdiler üzerinden değerlendirmek büyük haksızlık olur. Çünkü konunun kültür ihracından diplomasiye, toplumların tanışmasından kalıcı sosyal ve iktisadi ilişkilere kadar birden çok boyutu var. Ülkelerin ve toplumların bu yolla birbirini tanımaları, uzun vadeli kültürel ve ticari ilişkilerin kurulması bakımından özellikle önem arz ediyor.
Her bölgenin öğrencisinin getirdiği katkı farklı… Afrika’dan, Güneydoğu Asya’dan gelen bir gencin öğrenimiyle birlikte, Türkiye’de kaldığı sürede Türkçe’yi ve Türk kültürünü öğrenmesi; aradaki kardeşlik bağlarının kurulması için iyi bir başlangıç olabiliyor. Afrika’dan gelen öğrencilerin not ortalamaları oldukça yüksek. Türkçe’yi hiç yadırgamadan hızla öğreniyorlar.
Türkiye, Türkler, akraba veya yakın toplulukların buluşabileceği bir HUB’a dönüşmüş durumda… Hele ki, Türkçe’nin şive ve lehçeleriyle birlikte geniş bir coğrafyada yaygın olması, 20- 30 yıl öncesine kadar yüzyıldır birbirinden habersiz yaşayan toplulukların Türkiye’de buluşması bakımından farklı bir güzellik ortaya çıkarıyor. Afganistan’dan Tacikistan’dan, Kazakistan’dan gelen Özbekler birbirileriyle İstanbul’da karşılaşabiliyorlar. Azerbaycanlılar ve Ahıskalılar için Türkiye’de dile ve çevreye alışmak sadece birkaç hafta istiyor. Aynı yurtta kalan Bir Türkmen, Uygur ve Özbek birbirilerinin dil, kültür, mutfak ve alışkanlıklarıyla daha yakından tanıdıkça hayrete düşüyorlar. Kafkasya’dan bir Kumuk, Nogay, Avar, Çeçen veya Lezgi bir yandan Türkiye Türkçesini öğrenirken diğer yandan kültürel yakınlıklarını ve benzerlikleri keşfediyorlar. Bunun da ötesinde zihinlerine anayurtlarından sonra ikinci ülke olarak diğer bir ülkeyi değil, Türkiye’yi nakşediyorlar.
Bu kardeş öğrencilerimizin üniversitelere verdikleri renklilik; önemli projelerde tercüman veya akademisyen olarak yer almaları akademik artı değer sunuyor. Kendi kültürlerinden, mutfak ve renkliliklerinden ülkemize taşıdıkları güzellikler; Türkiye’deki sivil topluma, dernek ve vakıflara gönüllü katkıları; mezuniyet sonrasında kendi ülkeleriyle Türkiye arasında köprü kuran ticari ve kültürel bağlar gibi birçok olumlu unsuru dikkate almak gerekiyor.
Bu öğrenciler, Türk öğrencilerle karışık sınıflarda onlara farklı ve geniş düşünme, empati kurma, farklı kültürleri tanıma gibi avantajları yurtiçinde sunmuş oluyorlar.
Uluslararası öğrencilere ev sahipliği konusunda (son 10 yıl istisna tutulursa) geç kalınmış olsa da Türk üniversiteleri bu açığı kapatmaya azimliler ve birbiriyle yarış halindeler. Artık herkes durumun önemi ve gerekliliğinin farkında.
Bu köşeden ve Perspektif Kodları I adlı kitabımda toplam 15 yazı ile üniversitelerde üretim, bilim insanının yetişme ortamı ve üniversitelerin geleceğiyle patent ve inovasyonlar konusunda nerede olduğumuza vurgu yapmaya çalışmıştım. Fakat konunun gerek idari görevlerim ve mesleki açıdan her gün gündemimde olması, gerekse ülkenin geleceğini ilgilendirmesi dolayısıyla diğer bir boyutu ile daha incelenmeye layık olduğunu düşünüyorum.
Geçen birkaç yüzyılın sosyo-ekonomik dinamiklerini harekete geçiren öncülerden birisinin de “üniversite” olduğunda hiçbir şüphe yok. Bilim insanlarının, yazar ve düşünürlerin kendi imkânlarıyla verdikleri zorlu mücadeleler sonucunda ulaştıkları ferdî başarıların insanlığa doğrudan etkilerinin olduğunu biliyoruz. Onlar kendi dönemlerinde bir ölçüde sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik değişimleri tetiklemiş olsalar da günümüzde kitlelere yönelen, topluma katkı sağlayan ve ülkeleri kalkındıran en uygun ve doğru zeminin “üretim odaklı üniversite anlayışı” (Perspektif Kodları-I, s.203-205) ile sağlanabileceği tartışma götürmeyecek kadar açık. Siyasi partiler, sendikalar, STK’lar hiç şüphesiz daha farklı kulvarlarda topluma kakı sağlayabilirler.
Dünyadaki başarılı uygulamalarına bakılırsa üniversiteler, veriyi bilgiye çeviren, analiz eden, üreten, ürettiğini toplum hizmetine sunan, ürettiği patent ve inovasyonlarla sanayi ve ticaretle yani gerçek hayatla iç içe olan; felsefe, sosyoloji, hukuk, siyaset bilimi, uluslararası ilişkiler gibi sosyal bilimler disiplinleriyle de topluma ve politikaya yön veren merkezler olarak “değer” görülürler. Rekabet ve yarışın had safhaya ulaştığı bu dönemde yeni arayışlarla üniversiteler büyük bir pazarda kendilerini gösteriyorlar.
Bu kapsamda dünyadaki trendi ve gidiş istikametini gösteren kavramlardan birisi de “yeni nesil üniversite” ifadesidir. Aslında “ideal üniversite”, “gerçek üniversite” vb. diğer adlarla öteden beri ifade edip tartıştığımız gerçekler, “yeni nesil üniversite” adıyla yeniden derli toplu bir şekilde ifade edilmeye çalışılmış. Kavram bu yönüyle olağanüstü ve bilinmedik yenilikleri sunmasa da yeniden pratikle tecrübe edilmiş konulara dikkat çekmesi ve sağlıklı bir odak oluşturması bakımından değerli.
Yalnızca meslek edindiren ve her yıl belirli sayıda öğrenciyi kaydederek onlara dersler verip mezun etmek gerçek anlamda bir üniversiteyi ifade etmiyor. Onları mesleğe hazırlamadan, gerçek hayata temas etmeden diploma sahibi yapmak, Doğu ülkelerinin birçoğunda klasik bir usul olarak devam ediyor. Çünkü bu tür ülkelerde bir şekilde diplomaya erişmek, liyakat ve ehliyete bakılmaksızın yeterli destek bulursa en iyi iş ve konumlara yükselebilmesinin önşartı olarak görülüyor. Bu durumda üniversitelerin, bilgi, etik, duruş, anlayış, mesleki görgü ve yeterlilik kazandıran bir adres olmaktan çok, bir an önce ve her nasıl olursa olsun üstüne basılıp geçilmesi gereken ve üzerinden diplomaya erişilecek basit bir araç olarak kullanıldığı görülüyor.
Hâlbuki üniversite öğrenimi, ortalama dört yıl içinde bir kişinin teorik bilgiyi ve staj yoluyla da pratiğin öğrenebileceği, üniversitelerde düzenlenen uluslararası sempozyumları izleyerek öğrencinin gelecekteki mesleğine daha yukardan bakabileceği, önündeki 30 yıllık mesleğinin temellerini attığı, değişim programları aracığıyla farklı ülkelerdeki çalışma ortamlarını tanıyabileceği ve ikinci bir dili daha öğrenebileceği zemin ve ortamlar olarak görülmelidir.
“Yeni nesil üniversite” ifadesi kapsamında üniversitelerin misyon ve vizyonlarını, “depo üniversite” nitelendirmesinden kurtarmakla işe başlamaları gerekir.
Erişilemez, uçuk stratejik hedefler yerine, makul ve erişebilir, denetlenebilir ayakları yere basan hedeflerin konulması ve takibi gerekir. Üniversitelerin kendi öncelik ve politikalarını belirleyen stratejik planlarının alelusul ve bir hukuki mecburiyetin yerine getirilmesi için değil, gerçekten inanılarak icrası gerekir.
Yeni nesil üniversitenin, öğrencilerle proaktif temasa yatkın, derse katılımı sağlayan, öğrenciye yüklenme yerine mesleki yeterlilikleri ve öncelikleri hedef alan bir müfredat programı oluşturması gerekir. Müfredat, mutlaka pratik dersler, stajlar ve yeterli görsel malzeme ile zihinlerde kalıcı hale getirilmeli ve öğrencinin derste öğrenmeye yönelik inisiyatif alanlarının genişletilmesine fırsat tanımalıdır.
Gerçek bir üniversitenin var oluşu, temeli oluşturan lise öğreniminden ayrı tutulmalıdır:

Fen bilimleri için laboratuvar ortamlarında buluş ve patentlerin, sosyal bilimlerde ise enstitü, merkez ve müzakere ortamlarının bir “hakikat arayışı”nın kesintisiz devam ettiği ortamları kurabilmelidir. Gerçek bir üniversitede oluşturulan bu tür zeminler hem üniversitenin kurumsal devamı bakımından, hem de genç araştırmacıların bütün bu süreçlerin içerisine katılmasıyla ülkenin geleceği açısından önemlidir. Üniversiteler amatör ve basit idari problemlerle boğuşurken asıl amacının dışına itilmiş haldedir.
Üniversitenin kendi içerisinde ürettiği teoriler ve akademik fanteziler, test edilmeyen iddialar, varsayımlar olarak kalır. Bu sebeple, üniversitelerin hayatın her sahasıyla ve özellikle sanayi ve ticaret ile karşılıklı saygı ortamı içinde makul bir paylaşımı projelerle kurup sürdürmesi gerekir.
Ülkemizin değerli bilim adamlarının önemli bir kısmının, bu tür temasların dışında kendi odasında ya da kütüphanelerde, laboratuvarlarda ömürlerini vererek bahsettiğimiz bu gerekli teması sağlayamadan ve değerleri bilinmeden göçüp gittiğini biliyoruz. Bu durum sadece onlara yüklenebilecek bir fatura değildir. Türkiye’de üniversite yapılanmasının misyon, usul ve araçları ile kemikleşmiş anlayışlar bu ve benzeri manzaraları doğurmuştur. Bilim adamlarının bazıları, bu temasların bir kısmında bilgisiyle birlikte onurunun da “satın alınabilir” pozisyona itildiğini düşünerek bu tür temaslardan uzak durabilmektedir.
Bir başka nokta ise üniversitelerin sadece sözde kalan takip ve değerlendirme sistemleridir. Akademik ehliyet ve yeterliliği sağlamak üzere öngörülen isabetli düzenlemeler, fiili veya göstermelik araçlarla kimileri için rahatlıkla göz ardı edilebilmektedir. Hâlbuki ehliyet ve liyakat kriterlerinin en fazla yakışacağı yerler, topluma rehberlik yapması beklenen üniversiteler olmalıdır.
Dünya çapında yükselen rekabeti karşılayacak, orijinalliğe değer veren, üretken üniversitelerin kurulması, yükseköğrenim politikamızın temel amaçları arasında olmalıdır. Yaklaşık 200 üniversitenin bağlı olduğu merkezi yapılanmamız olan YÖK’ün, rutin idari işlerin koordinasyonunun ötesinde üniversitelerin patent,  inovasyon, orijinal fikir üreten ve gerçek hayattan kopmayan üniversitelere dönüşmesinin takipçisi olması üniversitelerimizin gerçek anlamda dönüşümü için bir önşart.
Daha önceki yazılarda vurguladığım gibi iyi niyet, temenni, beklenti ve varsayımlar, muhteşem, harika, süper nitelendirmeleri “ölçülebilir” nitelikte değerler değil. Araştırmacının, akademisyenin ve yöneticilerin performansları gerçek anlamda ölçülebilir değerlerle ve mesleki profesyonellik korunarak gözetilmelidir.
Ülkemizde “ölçülebilirlik” gibi bütün dünyanın anlayacağı ve başarının temel sırrı olan önemli bir argümanın yerini, kulis, dedikodu, yıpratma, engel olma, itibarsızlaştırma vb. üzerine kurulu bir yozlaşma kültürü öteden beri doldurmuş haldedir. Bu fasit dairenin dışına çımayı başaran üniversiteler, dünya sıralamalarında ilk 500 ve veya 1000’de kendilerine yer bulmayı başarabiliyorlar.
Herkesçe bilinen, fakat sıkı bir takip ve mücadele gerektiren bu “sıralama kriterleri”ni uygulayan, profesyonelliğe ve akademiye uygun davranan her herhangi bir üniversitenin 5 yıllık bir çalışmayla ilk 1000’e girmemesi için hiçbir gerekçe görmüyorum. 

PROF.DR.YÜCEL OĞURLU

1970 yılında İstanbul'da dünyaya gelen Oğurlu, idare hukuku uzmanı Türk akademisyen, hukuk profesörü. İstanbul Ticaret Üniversitesi Hukuk Fakültesi İdare Hukuku Anabilim Dalında profesördür. İstanbul Ticaret Üniversitesinin rektörüdür. Uluslararası Saraybosna Üniversitesinin 2013-2016 yılları arasında rektörü olarak görev yapmıştır.

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinden 1992 yılında mezun olmuştur. 1995 yılında Mali Hukuk Yüksek Lisans Programı (1995) ve Kamu Hukuku Doktora Programlarını (1999) Marmara Üniversitesi'nde tamamlamıştır. Akademik kariyerine Atatürk Üniversitesi'nde başlamış ve İstanbul Ticaret Üniversitesi'nde 2006 yılında göreve başlamıştır.Doktora sonrası çalışmalarını misafir öğretim uyesi olarak Hollanda Tilburg Üniversitesinde ve Ahmed Yesevi Üniversitesinde tamamlamıştır. Dr. Oğurlu idare hukuku alanında, ulusal ve uluslararası projelerde yönetici ve yürütücü olarak görev almıştır. Halen akademik dergilerde hakem kurulu üyesidir.

Dr. Oğurlu'nun yurt içi ve yurt dışında hukuk alanında İngilizce ve Türkçe yayınlanmış yedi adet kitap ve kitap bölümü[6] ve çok sayıda makaleleri bulunmaktadır. Dr. Oğurlu'nun hukuk alanı dışında edebiyat ve linguistik alanıda da yayınları ile uluslararası hukuk ve uluslararası ilişkiler konusunda köşeyazıları bulunmaktadır[10]. İngilizce (ileri düzey), Arapça (orta), Rusça (temel), Boşnakça (temel), Kazakça (iyi), Özbekçe (iyi), Kumukça (orta), Nogayca (orta), Lezgice (iyi) ve Farsça (temel) dillerini bilmektedir.

2019 yılında İstanbul Ticaret Üniversitesi Rektörlüğüne atandı. Halen bu görevine devam etmektedir.

Yükseköğretimde Uluslararasılaşma ve Geliştirme Vakfı whatsapp